28 Ağustos 2015 Cuma


Rahmân ve Rahîm olan Allah´ın adıyla
Hükümranlık elinde olan Allah, yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir. ﴾1﴿
O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır. ﴾2﴿
O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân'ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak (ve düzensizlik) görüyor musun? ﴾3﴿
Sonra tekrar tekrar bak; bakışların (aradığı çatlak ve düzensizliği bulamayıp) âciz ve bitkin halde sana dönecektir. ﴾4﴿  
Mülk Sûresi


27 Ağustos 2015 Perşembe

ALLAH IM SEN YOKTAN VAREDENSİN

ÖLÜDEN DİRİYİ

  DİRİDENDE ÖLÜYÜ ÇIKARANSIN


-Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) şöyle buyurmuştur: “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (celle celaluhu) nimetinin eserini kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhari, Libas 1; İbnu Mace, Libas 23.) (17:42)


25 Ağustos 2015 Salı

 Bir hadis-i şerifte  Allah Resûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bir gece kalktığında gözleri hüzün dolu bir şekilde, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip sürelerinin uzayıp kısalmasında düşünen insanlar için elbette birçok dersler vardır. Onlar ki Allah'ı gâh ayakta divan durarak, gâh oturarak, gâh yanları üzere zikreder, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler ve derler ki: ‘Ey Yüce Rabbimiz! Sen bunları gayesiz, boşuna yaratmadın. Seni bu gibi noksanlardan tenzih ederiz. Sen bizi o ateş azabından koru!'" (Âl-i İmran sûresi, 2/190-191) âyetlerini okudu; okudu ve gözyaşları içinde derin bir tefekküre daldı. Sabah namazı için ezan okumaya gelen Hazreti Bilal kendisine: "Ya Resûlallah! Kendini niçin bu kadar zora koşuyorsun? Allah, geçmiş-gelecek bütün günah yollarını Sana kapattı." dediğinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); "Bana bu kadar ihsanda bulunan Rabbime, ihsanı ölçüsünde şükreden bir kul olmayayım mı?" buyurdu. (Buhârî, Teheccüd, 6)


24 Ağustos 2015 Pazartesi

Hadis-i şerif olarak rivayet edilen hoş bir sözde:
لاَ فَتٰى إِلَّا عَلِيٌّ وَلاَ سَيْفَ إِلَّا ذُو الْفِقَار
“Ali gibi yiğit, Zülfikar gibi de kılıç bulunmaz.” (Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl 5/390)



23 Ağustos 2015 Pazar

 "Emriniz altında çalışanlar sizin kardeşlerinizdir. Kimin bir kardeşi onun emri altında çalışıyorsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve tâkatının üstünde yük yüklemesin. Yüklediği zaman da o yükün altına kendisi de girsin." Buhârî, iman 22; ıtk 15; edeb 44; Müslim, eymân 40; Tirmizî,   demiştir. Evet işçi, emek ve ücret, O'nun nazarında hep böyle değerli görülmüş ve alkışlanmıştır.



22 Ağustos 2015 Cumartesi

Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir. Mü'min de, halkın, can ve mallarını kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir."
Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8, 104, 105).



21 Ağustos 2015 Cuma

. Sahabe Efendimize  insanı helâke sürükleyen  yedi faktörün neler olduğunu sorunca O, şu cevabı vermiştir:

"Şirk, sihir, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetim malına el uzatmak, düşmana toplu hücum yapılacağı bir anda savaştan kaçmak ve afîfe bir kadına zina isnadında bulunmak." Buhârî, vesâyâ 23; hudûd 44; Müslim, iman 145; Ebû Dâvûd, vesâyâ 10.



20 Ağustos 2015 Perşembe

KADININ YOLCULUĞU
2169 - Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Allaha ve ahiret gününe inanan bir kadına, bir gece ve gündüz devam edecek bir mesafeye, yanında bir mahremi olmadıkça gitmesi helâl değildir."
Buhârî, Taksîru's-Salât 4; Müslim, Hacc 419, 422, (1339); Muvatta, İsti'zân 37, (2, 979); Ebü Dâvud, Menâsik 2, (1723-1725); Tirmizî, Radâ 15, (1170).
2170 - İbnu Abbas (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: "Resülullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: "Bir erkek, yanında mahremi bulunmayan (yabancı) bir kadınla yalnız kalmasın!"
Bunun üzerine bir adam kalkarak: "Ey Allah'ın Resülü, kadınım hacc için yola çıktı, ben ise falan falan gazvelere yazıldım!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: "Öyleyse git hanımına yetiş, onunla hacc yap!" diye emretti."

Buhâri, Cezâu's-Sayd 26, Cihâd 140, 181, Nikâh 111; Müslim, Hacc 424, (1341).


17 Ağustos 2015 Pazartesi

Ey mâyesi nurlarla yoğrulmuş millet!
Hele dişini sık, az daha sabret!
Aman sönmesin sinendeki himmet!
Son durağın 'devlet-i ebed müddet'...

Hiç durma yürü ki yollarda gözler!
Durmuş şehit baban yolunu gözler,
Geril, koş, seni bekliyor pürüzler,
Şahlan ki sevinsin kederli yüzler...


14 Ağustos 2015 Cuma

Bir hadis-i şerifte geçtiği üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabe-i kiram efendilerimize;
جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ
“İmanınızı yenileyiniz”tavsiyesinde bulunur. Bunun üzerine kendisine; “Ya Resûlallah! İmanımızı nasıl yenileyelim?” diye sorulduğunda, İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm):
أَكْثِرُوا مِنْ قَوْلِ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ
“Lailahe illallah” sözünü (zihnen, kalben, lisanen) çokça yâd edin”buyurur. (Mecmeu’z-zevâid,10/82)


Sen gittin gideli yeryüzü yetim, 
Yetimlerin Seni bekler gel de gör. 
Seni üzmek değil asla niyetim, 
Ümmetine kıyacaklar gel de gör 

Gel de gör o masum çocuklarını, 
Yıktılar müslüman ocaklarını, 
Nice anaların kucaklarını, 
Yavrusuz koyacaklar gel de gör. 

Sana inananı, Sana geleni, 
Yakıyorlar senin için öleni, 
Sana iman eden, geri kalanı, 
Lokma lokma yiyecekler gel de gör.


13 Ağustos 2015 Perşembe

Bil ki!
Dünyanın harap olması ve şu âlemin fenâ bulup gitmesiyle senden uzaklaşan ve sana refakât etmeyen şeylere kalbini bağlamak doğru değildir.
Evet, senin asrının inkirâza uğrayıp sona ermesiyle, sana 'Allah'a ısmarladık' demeden arka çevirip kaçan ve bilhassa, ötelere seyahatte sana arkadaş olmayan, kabir kapısına kadar olsun seni uğurlayıp teşyi' etmeyen ve bir iki damlacık geçici haz ve lezzetlere bedel, yığın yığın günahları senin beline ve başına yükleyip giden fâni zevk ve fâni iştihâlara bel bağlamak kâr-ı akıl değildir.
Eğer akıl ve muhakemen varsa, dünya cihetiyle senin elinde kalmayan, kabirde hiçbir yararı dokunmayan ve ötelerde sana yâr olmayan şeylere ehemmiyet vermez, onların arkalarından koşmaz ve onların fenâ ve zevâl bulmalarıyla da müteessir olmazsınız..!
Zirâ sen, ebed için yaratılmış ve ebede namzet bir sultansın! Senin duyguların içinde öyle bir latîfe var ki, ebedden ve ebedî Zâttan başka hiçbir şeyle katiyen tatmin olmaz. O latîfe; ancak ve ancak, 'marifetullah' ve 'muhabbetullah' ile doygunluğa erebilen senin duygularının sultanıdır. Sen de O sultanı dinle, ona uy ve kurtul..!


Ondört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın ondördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî'î:
Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kere de, ma'mure-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin
Salgındı, bugün Şark'ı yıkan, tefrika derdi.

Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer'-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cem'iyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o ma'sûma bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.
 
Mehmet Akif Ersoy



9 Ağustos 2015 Pazar

islamın kıymetini bilip binlerce şükür etmemiz gerekmezmi

Anlatıldığına göre Rasulullah’ın ashabından bir adam hep üzgün bir halde bulunurmuş. Rasulullah Aleyhisselam ona bunun sebebini sorunca adam demiş ki: “Ya Rasulallah! Ben Cahiliyye döneminde öyle bir günah işledim ki, müslüman olduğum halde Allah’ın o günahımı bağışlamayacağından korkuyorum. Bir kızım doğmuştu. Annesi yüzünden onu büyüyünceye kadar serbest bırakmıştım. Büyüyüp güzel bir kız oldu. Gönlüm onu evlendirmeye yahut evlenmeden evde bırakmaya razı olmadı. Karıma dedim ki: Ben akrabalarımı ziyarete gidiyorum, kız da benimle gelsin. Kadın buna sevinerek, kızı elbise ve süslerle donatıverdi. Ona ihanet etmeyeceğime dair benden de güvence aldı. Kızı alıp derince bir kuyunun başına gittim, kuyunun içine doğru baktım. Kızcağız kendisini kuyuya atmak istediğimi anladı ve bana sarılarak ağlamaya başladı: Babacığım bana ne yapmak istiyorsun, diyordu. Ona acıdım. Fakat sonra yine kuyuya göz attım, toplum içinde haysiyetimi koruma duygum baskın geldi. Kızım tekrar bana sarılarak: Babacığım! Annemin emanetini zayi etme, diyordu. Ben de ona acıyarak bir kuyuya bir kızıma bakmaya başladım. Sonunda onu tutup baş aşağı atıverdim! O ise kuyuda: Babacığım beni öldürdün, diye bağırıyordu. Nihayet sesi kesilince dönüp gittim!”
Acıklı olayı dinleyen Rasulullah Aleyhisselam ashabıyla ağladı ve dedi ki: “Cahiliyye döneminde yaptığından dolayı birini cezalandırmakla emrolunsaydım seni cezalandırırdım. Cahiliyye döneminde olanı İslâm yok etmiştir. İslâm döneminde olanı da istiğfar yok eder.”
Bülûğu’l-Ereb, 3/36-44; el-Mufassal fi Tarihi’l-Arab, 5/88-98; el-Kurtubî, el-Cami’ li-Ahkâmi’l-Kur’an (Kahire 1996), 7/98.



8 Ağustos 2015 Cumartesi

Bismillâhirrahmânirrahîm

وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلٰى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِه وَادْعُوا شُهَدَۤاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ ۝ فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın, Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda haklı iseniz. Bunu yapamazsanız –ki asla yapamayacaksınız– çırası insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanan o ateşten sakının.” bakara süresi23-24

 قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلٰۤى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هٰذَا الْقُرْاٰنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِه وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا “De ki: Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini de birleştirseler, yine onun gibi bir kitap meydana getiremezler.” (İsrâ sûresi, 17/88)


 أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِه مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ “Yoksa Kur’ân’ı O’nun (sallallahu aleyhi vesellem) kendisi uydurdu mu diyorlar. De ki: İddianızda tutarlı iseniz haydi onunkine benzer on sûre ortaya koyun, bu isterse sizin kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardıma çağırın!” (Hûd sûresi, 11/13)


7 Ağustos 2015 Cuma


كُلُّ أُمَّتِي يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَنْ أَبَى. قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَنْ يَأْبَى؟ قَالَ: مَنْ أَطَاعَنِي دَخَلَ الْجَنَّةَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ أَبَى
"Ümmetimden herkes Cennet'e girecektir, girmemekte direten müstesna." "Girmemekte direten kimdir yâ Resûlal­lah?" diye sordular. Allah Resûlü şu cevabı verdiler: "Bana itaat eden Cennet'e girer; bana isyan edense Cennet'e girmemekte inat ediyor demektir.Buhârî, i'tisâm 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/361.
تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ لَنْ تَضِلُّوا مَا تمَسََّكْتُمْ بِهِمَا: كِتَابَ اللّٰهِ وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ
"Size iki şey bırakıyorum ki, onlara tutunduğunuz müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allah'ın kitabı ve Peygamberi'nin sünneti.Muvatta, kader 3.

لاَ أُلْفِيَنَّ أَحَدَكُمْ مُتَّكِئاً عَلَى أَرِيكَتِهِ يَأْتِيهِ اْلأَمْرُ مِنْ أَمْرِي مِمَّا أَمَرْتُ بِهِ أَوْ نَهَيْتُ عَنْهُ فَيَقُولُ لاَ نَدْرِي، مَا وَجَدْنَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ اتَّبَعْنَاهُ
"Sakın herhangi birinizi koltuğuna gerilip oturmuş ve kendisine emir veya nehiylerimden biri gelir de 'Biz, onu bilmeyiz; (Allah'ın kitabı var. Sünnet diye bir şey bilmeyiz.) Kitabullah'ta ne varsa, ona uyarız.' diyor olarak bulmayayım (dediğini duymayayım.)"Tirmizî, ilim 10; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 2.


Ebû Leheb, nur hanesine yakın bir yerde neş'et etmesine rağmen o nurdan istifade edemeyen tali'siz ve bir o kadar da inat bir insandır. Esas adı Abdüluzza'dır.
Ebû Leheb'den bahseden sûrenin meali kısaca şöyledir: "Elleri kurusun Ebû Leheb'in ve kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. Karısı da. Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde."[1] O iradesini hep kötüye kullandı. Allah Resûlü'nün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe'ye giden yollarda ateşler yaktı. Tabiî, cezası da amelinin cinsinden olacak ve gidip ateşe yaslanacaktır. Zaten ona, ateşin babası mânâsına gelen "Ebû Leheb" ismiyle hitap edilmektedir. İslâm dininin i'lâ ve yücelmesi uğruna verilen mücadelenin karşısına dikilen bu adam, bütün hayatı boyunca oyun ve düzenler kuracaktır. Ve kurdu da. Ama yaptığı her şey akîm kaldı. Benî Ümeyye'nin bütün serveti ona akmasına ve Ümmü Cemil denen karısı da çok zengin olmasına rağmen bütün kazandıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlâtları da onu kurtaramadı. Hâlbuki o onlarla çok övünürdü...
Bedir'e iştirak edememişti. Bedir'de Müslümanların zaferi Mekke'ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve "Vallahi bunlar melekler!" dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve Ebû Râfi'in üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hz. Abbas'ın kölesiydi. Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve Ebû Leheb'in başına elindeki sopayı indiriverdi. "Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?" dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri veya başka bir sebeple "Adese" denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Ve o gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb'e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.[2]
Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kadar yakın olmasına rağmen -hem O nurdan istifade edememiş olması bir yana- en azılı düşman kesilmişti. Onun içindir ki hem dünyada hem de ukbâda onu çetin bir ceza ve netice bekliyordu. Dünyadakiler oldu, şimdi o, öbür tarafta kendi hesabıyla baş başa...
Karısı Benî Ümeyye'ye mensup soylu ve zengin bir kadındı. Allah Resûlü'ne düşmanlık âdeta ona sadistçe bir zevk veriyordu. İki Cihan Serveri'ne karşı yapılan edepsizce muamelelerin pek çoğuna iştirak eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Allah Resûlü'nün geçeceği yollara dökmek üzere diken taşıyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getiriyordu ve bütün bunlardan derin bir zevk alıyordu. Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama, İki Cihan Serveri'ne olan gayzı onu öyle tahrik ediyordu ki, bu mağrur kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve cariyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşidini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezasını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur'ân böyle söylüyordu.
Ebû Leheb inat bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında "Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez." derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını Allah Resûlü'ne karşı kullandı, O'na düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe'deki putları ta'ziz ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanı başlarında büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihanları ifade edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifade lüzumunu duymadılar.
Duymak şöyle dursun Ebû Leheb hep Allah Resûlü'ne kötülük yaptı. Dünya durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara yapılan ve tatbiki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Resûlü ve Müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb'in vicdanında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O, böyle vicdandan nasipsiz bir insandı. Zaten Hz. Hatice Validemiz de bu devrede psikolojik olarak iyice yıpranmış, inananlara yapılan bu haksızlığa ve zulme daha fazla dayanamamış ve Hüzün Senesi adını ebedîleştirmek ister gibi vefat etmişti. Ebû Talip de aynı sene vefat etti. Ne yazık ki, o da hidayete eremeden gitmişti. Allah Resûlü'ne olan sevgisi ancak, bir Müslüman'ın katlanabileceği zulüm ve işkencelere katlanmasına sebep olmuştu.
Ebû Talip denince, kalbimin derinliklerinde bir sızı duyarım, gözlerim dolar ve çok kere de ağlarım. Allah Resûlü'ne bu kadar yardımcı olan ve O'na sahip çıkan bir insanın hidayete eremeyişi ne kadar hicranlı bir hâdisedir. Hz. Ebû Bekir de bu mülâhaza ile ağlamıştı. Bir gün yaşlı babasını aldı. Allah Resûlü'ne getirdi. Ebû Kuhâfe Müslüman olmuştu. Fakat Sıddîk bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dayanamadı Allah Resûlü, sordu: Yâ Ebû Bekir, niçin ağlıyorsun? Sevinsene; baban Müslüman oldu. Ebû Bekir kendine yakışan cevabı veriyordu: "Keşke şu anda sana biat eden eller Ebû Kuhâfe'nin elleri olacağına Ebû Talip'in elleri olsaydı. Çünkü sen Ebû Talib'i Ebû Kuhâfe'den daha çok severdin. Senin o kadar sevdiğini ben öz babam dahi olsa Ebû Kuhâfe'ye tercih ederdim."[3]
Merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet edip suiedepte bulunamayız. Ancak kalbime de hâkim olamıyorum. Ne kadar isterdim ki bütün sevaplarımın onda dokuzu Ebû Talib'e verilseydi de bana sadece biri kalsaydı ve o da kurtulmuş olsaydı. Belki böyle söylemek de haddim değil, fakat baştan söyledim kalbime hâkim olamıyorum. Çünkü o, benim Efendim'i senelerce himaye etti, korudu, O'nun için çekmediği çile kalmadı. Fakat daha öte bir şey diyemiyoruz. Kimsenin de bir şey demeye hakkı yoktur. Zira aradaki kopukluk Efendimiz'in elinin ona uzanmasına mâni teşkil etmektedir.
Ebû Talip Allah Resûlü'nü bu derece sıyanet edip korurken diğer bir amcası olan Ebû Leheb, O'na her türlü işkenceyi reva görüyordu. Allah Resûlü kabile kabile geziyor ve hak din olan İslâm'ı anlatıyor, insanları bu dine davet ediyor; O'nu bir gölge gibi takip eden kızıl saçlı ve kızıl suratlı bir başkası da durmadan O'nu yalanlamaya çalışıyordu ve işte bu adam Ebû Leheb'in ta kendisiydi.
Kabile ve soy olarak O'na en uzaklar en erken gelip Allah Resûlü'ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu.
Şimdi böyle bir insana Kur'ân'ın "Elleri kurusun!"[4] demesi hak ve maslahat değil midir? Ona böyle denmeseydi milyarlarca inanan insanın hukuku zayi olmayacak mıydı? Böyle bir anlayış, Kur'ân'ın hikmet ve maslahat dolu üslûbuyla nasıl telif edilirdi?
İkincisi: İslâm'a kötülük yapan çokları hakkında açık-kapalı âyetler nazil oldu. Velid b. Muğire de bunlardan biriydi. Kur'ân onun hakkında "Canı çıkası ne kötü karara vardı."[5] tabirini kullanıyor. O da Halid b. Velid'in babasıydı. Ancak Allah Resûlü'nün amansız düşmanlarından biriydi. Kendi kendine "Acaba nasıl iftira atsam?" diye düşünüyordu. Şair mi, kâhin mi, sâhir mi desem diye kararsızlıkta bocalıyordu. Sonra Kur'ân'a sihir, Allah Resûlü'ne de sâhir demeye karar verdi de, Kur'ân'da onun bu kararına karşı Cenâb-ı Hak, ona yukarıda zikrettiğimiz âyet mealiyle hitap veya itap etti: "Canı çıkasıca ne kötü karar verdi."[6] Ve daha nice kâfirler Kur'ân'da levm edildi, tehdit edildi. Durum böyle olunca, Ebû Leheb eğer istisna edilmiş olsaydı, acaba bu, Kur'ân'ın âlemşümul olma keyfiyetine uygun düşer miydi? Elbette ki hayır. Zira Velid b. Muğire'nin kınandığı bir yerde, Ebû Leheb kınanmasaydı, bu işin müşahitleri, Allah Resûlü'ne bunca düşmanlık etmiş bir insanın sırf O'na sıhrî olan karabetinden dolayı korunup muhafaza edildiği zehabına kapılmayacaklar mıydı? İşte Kur'ân buna meydan vermedi ve Ebû Leheb'i de diğer müşriklerin kategorisine dahil etti.
Üçüncüsü: Bu sûre Mekke'de nazil oldu. Ebû Leheb ise Bedir Muharebesinin hemen ardından öldü. Demek ki ortada gayba ait bir haber verme bahis mevzuuydu. Ebû Leheb ve karısı kâfir olarak gidecekti ve Kur'ân ne dediyse aynen tahakkuk etti. Nasıl Allah Resûlü, Bedir'de ölecek Kureyş'in ileri gelenlerinin yerlerini göstermiş ve her biri gösterdiği yerde öldürülmüştü ve böyle bir ihbar bu mü'minlerin kuvve-i mâneviyesini takviye etmişti. Ebû Leheb'in de o şekilde ölmesi inananların kuvve-i mâneviyelerini takviye ediyor, âdeta onları daha da uyarıyor ve "Dikkat edin!" diyordu. Zira Kur'ân'ın vaad ettiği her şey oluyordu. Ortada bir zafer vaadi vardı, demek ki o da olacaktı. Bir avuç Müslüman'a herkesin düşman kesildiği bir devrede, bu gibi takviyeler hiç de küçümsenecek şeyler değildi. Aksine doğurduğu müsbet netice itibarıyla bir bakıma şarttı ve zorunluydu.
Bazen küçük bir belâ ve musibetin insanda hâsıl ettiği uyarma ve kendine gelme, mânevî hayatı adına öyle şeyler kazandırır ki, perde açılsa, kazanılanlar görülüverse, herkes o belâ ve musibetin gelmesini can u gönülden talep edip isteyecektir. Sonradan kazanılanlar, o musibeti hiçe indirmektedir. İşte insanlık adına, zaten kaybetmeleri kesinlik kazanmış olan böyleleri hakkında söylenenler söylenmemiş dahi olsaydı neticeye zerre kadar tesir etmeyecekti. Olan olmuştu ve onların kötü akıbetleri mukadderdi. Vâkıa burada bir iki şahıs kötü akıbetleriyle zikrediliyor ve bu ilk bakışta insanlığın onurunu kırıcı bir üslûp gibi geliyor ise de, neticede milyonlarca insanın şahlanıp, kendi derinliklerini hissetmelerine veya en azından zikredilenlerin akıbetine düşmemek için daha dikkatli davranmalarına vesile olma keyfiyetiyle ele alınacak olursa, ilk hatıra gelen intibanın yerini başka hikmetler alacaktır. Ve Kur'ân'da Ebû Leheb ve emsalinden bahsedilmesinin ne kadar lüzumlu, psikolojik ve pedagojik açıdan inananlar adına ne kadar gerekli olduğu böylece idrak edilmiş olacaktır.
Dördüncüsü: Son olarak şunu da ilave etmeliyiz ki, bu psikolojik tesir inanan kesimde, dediğimiz şekilde bir uyanmaya sebep olduğu gibi, küfür cephesinde de tereddütler hâsıl etmeye başlamıştır. Mutlak küfürleri, şek ve şüpheye inkılâp etmekle, nurlu yola girmeleri kolaylaşmış ve önceleri sadece vicdanlarında hapsolan tasdikleri, ortaya çıkan tereddütlerin tazyikiyle akıl ve kalbe girme menfezleri bulmuş ve zaten bir müddet sonra neticeler görülmeye başlanmıştır. Ondan sonra niceleri küfür urbasını çıkararak iman hil'atini giydi ve irşadda bulunmak için döndü gittiler. Bu da iman ve insanlık adına az bir kazanç değildir.
İşte bazı insanların encamlarının zikredilmesiyle böyle büyük neticeler hâsıl etmek ancak ve ancak Kur'ân'a yakışan ve onun hikmet dolu beyanlarının tezahürü olan öyle mucizevî bir üslûptur ki şimdiye kadar böyle bir netice hâsıl etme başka hiçbir kelâma nasip olmamıştır. Bu, okyanuslara atılan küçük bir taşla binlerce dalgalar hâsıl etme gibi harikulâde renklilik ve derinlik örneğidir. Evet bu dalgalanmalar o günden bugüne binlerce, yüz binlerce hatta milyonlarca insanın gönlünde temevvüç edip durmaktadır. Evet Kur'ân, tergîp ve terhîbin iticiliği ve çekiciliği ile, bir adamın küfür içinde ölmesini haber verdiği aynı anda milyonların hidayetine vesile olma gibi üstün bir üslûpla nazil olmuştur. Bu da, Kur'ân'ın fesahat ve belâgat ifade eden beyanına gayet uygundur, muvafıktır. Maslahat ve hikmetin ta kendisidir.
Gayz: Öfke, hınç.
Ta'ziz etmek: Yüceltmek.
Sıyanet: Koruma, muhafaza etme.
Sâhir: Sihirbaz, büyücü.
Âlemşümul: Evrensel.
Hil'at: Padişah veya vezirlerin başarılı memurlara veya takdire hak kazanan kimselere giydirdikleri kıymetli, süslü elbise, kaftan.
Temevvüç: Dalgalanma.
Tergîb: Sevdirip teşvik etme.
Terhîb: Korkutup sakındırma.
Fesahat: Kelimenin kolay, akıcı ve mânâsı anlaşılır olup birbiriyle âhenkli harflerden oluşması.
Belâgat: Sözlü veya yazılı ifadenin doğru, düzgün, yerinde, kusursuz ve muhataba faydalı bir şekilde kullanılması.
[1] Tebbet (Mesed) sûresi, 111/1-5.
[2] Muhammed b. Yusuf es-Salihî, Sübülü'l-hüdâ ve'r-reşad, 4/67.
[3] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 4/48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/160; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/116.
[4] Tebbet (Mesed) sûresi, 111/1.
[5] Müddessir sûresi, 74/19.
[6] Müddessir sûresi, 74/19.

6 Ağustos 2015 Perşembe

Bismillâhirrahmânirrahîm

وَلاَ تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلاَ السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet sûresi, 41/34)


5 Ağustos 2015 Çarşamba

Efendimiz (s.a.s),

 إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اسْتَوْقَدَ نَارًا فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ وَالْفَرَاشُ يَقَعْنَ فِيهِ فَأَنَا آخِذٌ بِحُجَزِكُمْ وَأَنْتُمْ تَقَحَّمُونَ فِيهِ 'Benimle sizin misaliniz, ateş yakan bir adamın misali gibidir ki; hemen cırcırlarla pervaneler o ateşin içine düşmeye başlarlar. O bunları kovar. Ben de ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum. Halbuki siz elimden kaçıyorsunuz.     .Buhari, Rikak, 26; Müslim, Fedâil, 17-19.






3 Ağustos 2015 Pazartesi

 لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلاَّ يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ "Resûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendine kıyacaksın.    Şuarâ sûresi, 26/3.

 فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفاً "Bu Kur'ân'a inanmazlar diye neredeyse arkalarından kendini harap edeceksin.     Kehf sûresi, 18/6.

 قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ إِنَّ اللّٰهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعاً إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ "De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."      Zümer sûresi, 39/53.