7 Ağustos 2015 Cuma

Ebû Leheb, nur hanesine yakın bir yerde neş'et etmesine rağmen o nurdan istifade edemeyen tali'siz ve bir o kadar da inat bir insandır. Esas adı Abdüluzza'dır.
Ebû Leheb'den bahseden sûrenin meali kısaca şöyledir: "Elleri kurusun Ebû Leheb'in ve kurudu da. Ne malı ne de kazandıkları hiçbir işe yaramadı. Alevli bir ateşe gidip yaslanacak. Karısı da. Hem boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde."[1] O iradesini hep kötüye kullandı. Allah Resûlü'nün geçeceği yollara dikenler serpti ve Kâbe'ye giden yollarda ateşler yaktı. Tabiî, cezası da amelinin cinsinden olacak ve gidip ateşe yaslanacaktır. Zaten ona, ateşin babası mânâsına gelen "Ebû Leheb" ismiyle hitap edilmektedir. İslâm dininin i'lâ ve yücelmesi uğruna verilen mücadelenin karşısına dikilen bu adam, bütün hayatı boyunca oyun ve düzenler kuracaktır. Ve kurdu da. Ama yaptığı her şey akîm kaldı. Benî Ümeyye'nin bütün serveti ona akmasına ve Ümmü Cemil denen karısı da çok zengin olmasına rağmen bütün kazandıklarının ona zerre kadar faydası olmadı. Evlâtları da onu kurtaramadı. Hâlbuki o onlarla çok övünürdü...
Bedir'e iştirak edememişti. Bedir'de Müslümanların zaferi Mekke'ye ulaşınca, sinir krizleri geçirmeye başladı. Gelen haberci, hiç beklenmedik bir hâdiseden, Müslümanlara yardım eden sarıklı askerlerden bahsediyordu. O güne kadar imanını gizlemiş olan Ebû Râfi de denilenleri dinleyenler arasındaydı. Bu sözü duyunca dayanamadı ve "Vallahi bunlar melekler!" dedi. Bunun üzerine Ebû Leheb çıldıracak hâle geldi ve Ebû Râfi'in üzerine yürüyerek onu ayaklarının altına aldı ve çiğnemeye başladı. Ebû Râfi, Hz. Abbas'ın kölesiydi. Hz. Abbas'ın hanımı Ümmü Fadl, koşarak geldi ve Ebû Leheb'in başına elindeki sopayı indiriverdi. "Efendisi yok diye bir köleyi dövüyorsun değil mi?" dedi. Ebû Leheb kardeşinin karısına seslenmedi. Başından akan kanla evine gitti ve bir daha dışarıya çıkamadı. Bu darbenin tesiri veya başka bir sebeple "Adese" denilen bir hastalığa yakalanmıştı. Ve o gün, bu hastalık vebadan daha tehlikeli kabul ediliyordu. Malı vardı, evlâtları vardı; fakat hiçbirinin Ebû Leheb'e faydası olmuyordu. Yedi gün kıvrandı durdu. Tek başına kaldı. Öldüğü zaman başucunda kimsecikler yoktu. Ölüsünü almaya dahi giren olmuyordu. Nihayet utandılar. Çölden birkaç bedevî tuttular ve kokuşmuş cesedi bir çukura atarak üzerine taş yığdılar.[2]
Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kadar yakın olmasına rağmen -hem O nurdan istifade edememiş olması bir yana- en azılı düşman kesilmişti. Onun içindir ki hem dünyada hem de ukbâda onu çetin bir ceza ve netice bekliyordu. Dünyadakiler oldu, şimdi o, öbür tarafta kendi hesabıyla baş başa...
Karısı Benî Ümeyye'ye mensup soylu ve zengin bir kadındı. Allah Resûlü'ne düşmanlık âdeta ona sadistçe bir zevk veriyordu. İki Cihan Serveri'ne karşı yapılan edepsizce muamelelerin pek çoğuna iştirak eder ve bundan derin bir zevk duyardı. Allah Resûlü'nün geçeceği yollara dökmek üzere diken taşıyor, onun geçeceği yollarda yakılsın diye odunları yüklenip getiriyordu ve bütün bunlardan derin bir zevk alıyordu. Aslında pek çok hizmetçi kullanacak kadar şatafata da düşkündü. Ama, İki Cihan Serveri'ne olan gayzı onu öyle tahrik ediyordu ki, bu mağrur kadın bütün gururunu ayaklar altına alıp o güne göre hizmetçi ve cariyelerin yapacağı bir işi yapıyordu. Gerdanlığın her çeşidini dahi boynuna takmaya tenezzül etmezken gel gör ki şimdi boynunda ip vardı ve sırtında da odun. Dünyada yaptığı bu işlerin cezasını da aynı cinsten çekecekti, zira Kur'ân böyle söylüyordu.
Ebû Leheb inat bir insandı. Ebû Cehil onun hakkında "Sakın bunu kızdırmayın. Eğer öbür tarafa geçerse bir daha onu kimse döndüremez." derdi. Ve bunda da haklıydı. Ancak o, bu inadını Allah Resûlü'ne karşı kullandı, O'na düşmanlıkta harcadı. Hanımıyla beraber omuz omuza verdi ve Kâbe'deki putları ta'ziz ettiler. Lât dediler, Menat dediler de eğilip bir kere olsun yanı başlarında büyüyen, Aleyhissalâtü Vesselâm gibi bütün cihanları ifade edecek bir fihrist insanı anlamak için gayret göstermediler. Âlemlere Rahmet olan bu mümtaz şahsiyetten istifade lüzumunu duymadılar.
Duymak şöyle dursun Ebû Leheb hep Allah Resûlü'ne kötülük yaptı. Dünya durdukça o da dursaydı, niyeti yine hep aynı şeyi yapmaktı. İnananlara yapılan ve tatbiki üç sene gibi uzun bir müddet süren boykotu hazırlayan ve bu işin öncüsü olan Ebû Cehillerle beraber oldu; Allah Resûlü ve Müslümanlara kötülük yaptı. Müslümanlar bu üç seneyi ölümle pençeleşerek geçirmişlerdi. Nice yaşlı ve çocuk bu boykotta hayatını kaybetti. Fakat Ebû Leheb'in vicdanında bütün bu olanlar zerre kadar acıma hissi uyarmadı. O, böyle vicdandan nasipsiz bir insandı. Zaten Hz. Hatice Validemiz de bu devrede psikolojik olarak iyice yıpranmış, inananlara yapılan bu haksızlığa ve zulme daha fazla dayanamamış ve Hüzün Senesi adını ebedîleştirmek ister gibi vefat etmişti. Ebû Talip de aynı sene vefat etti. Ne yazık ki, o da hidayete eremeden gitmişti. Allah Resûlü'ne olan sevgisi ancak, bir Müslüman'ın katlanabileceği zulüm ve işkencelere katlanmasına sebep olmuştu.
Ebû Talip denince, kalbimin derinliklerinde bir sızı duyarım, gözlerim dolar ve çok kere de ağlarım. Allah Resûlü'ne bu kadar yardımcı olan ve O'na sahip çıkan bir insanın hidayete eremeyişi ne kadar hicranlı bir hâdisedir. Hz. Ebû Bekir de bu mülâhaza ile ağlamıştı. Bir gün yaşlı babasını aldı. Allah Resûlü'ne getirdi. Ebû Kuhâfe Müslüman olmuştu. Fakat Sıddîk bir köşeye çekilmiş hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Dayanamadı Allah Resûlü, sordu: Yâ Ebû Bekir, niçin ağlıyorsun? Sevinsene; baban Müslüman oldu. Ebû Bekir kendine yakışan cevabı veriyordu: "Keşke şu anda sana biat eden eller Ebû Kuhâfe'nin elleri olacağına Ebû Talip'in elleri olsaydı. Çünkü sen Ebû Talib'i Ebû Kuhâfe'den daha çok severdin. Senin o kadar sevdiğini ben öz babam dahi olsa Ebû Kuhâfe'ye tercih ederdim."[3]
Merhamet-i ilâhîden daha fazla merhamet edip suiedepte bulunamayız. Ancak kalbime de hâkim olamıyorum. Ne kadar isterdim ki bütün sevaplarımın onda dokuzu Ebû Talib'e verilseydi de bana sadece biri kalsaydı ve o da kurtulmuş olsaydı. Belki böyle söylemek de haddim değil, fakat baştan söyledim kalbime hâkim olamıyorum. Çünkü o, benim Efendim'i senelerce himaye etti, korudu, O'nun için çekmediği çile kalmadı. Fakat daha öte bir şey diyemiyoruz. Kimsenin de bir şey demeye hakkı yoktur. Zira aradaki kopukluk Efendimiz'in elinin ona uzanmasına mâni teşkil etmektedir.
Ebû Talip Allah Resûlü'nü bu derece sıyanet edip korurken diğer bir amcası olan Ebû Leheb, O'na her türlü işkenceyi reva görüyordu. Allah Resûlü kabile kabile geziyor ve hak din olan İslâm'ı anlatıyor, insanları bu dine davet ediyor; O'nu bir gölge gibi takip eden kızıl saçlı ve kızıl suratlı bir başkası da durmadan O'nu yalanlamaya çalışıyordu ve işte bu adam Ebû Leheb'in ta kendisiydi.
Kabile ve soy olarak O'na en uzaklar en erken gelip Allah Resûlü'ne karabet ve yakınlık kurmaya gayret ederken, o aksine uzaklaşmayı âdeta kendine bir vazife biliyordu. Nasıl bir kördü ki, yanında doğan ve yükselen Nur Menbaı bir Güneşi görmüyordu.
Şimdi böyle bir insana Kur'ân'ın "Elleri kurusun!"[4] demesi hak ve maslahat değil midir? Ona böyle denmeseydi milyarlarca inanan insanın hukuku zayi olmayacak mıydı? Böyle bir anlayış, Kur'ân'ın hikmet ve maslahat dolu üslûbuyla nasıl telif edilirdi?
İkincisi: İslâm'a kötülük yapan çokları hakkında açık-kapalı âyetler nazil oldu. Velid b. Muğire de bunlardan biriydi. Kur'ân onun hakkında "Canı çıkası ne kötü karara vardı."[5] tabirini kullanıyor. O da Halid b. Velid'in babasıydı. Ancak Allah Resûlü'nün amansız düşmanlarından biriydi. Kendi kendine "Acaba nasıl iftira atsam?" diye düşünüyordu. Şair mi, kâhin mi, sâhir mi desem diye kararsızlıkta bocalıyordu. Sonra Kur'ân'a sihir, Allah Resûlü'ne de sâhir demeye karar verdi de, Kur'ân'da onun bu kararına karşı Cenâb-ı Hak, ona yukarıda zikrettiğimiz âyet mealiyle hitap veya itap etti: "Canı çıkasıca ne kötü karar verdi."[6] Ve daha nice kâfirler Kur'ân'da levm edildi, tehdit edildi. Durum böyle olunca, Ebû Leheb eğer istisna edilmiş olsaydı, acaba bu, Kur'ân'ın âlemşümul olma keyfiyetine uygun düşer miydi? Elbette ki hayır. Zira Velid b. Muğire'nin kınandığı bir yerde, Ebû Leheb kınanmasaydı, bu işin müşahitleri, Allah Resûlü'ne bunca düşmanlık etmiş bir insanın sırf O'na sıhrî olan karabetinden dolayı korunup muhafaza edildiği zehabına kapılmayacaklar mıydı? İşte Kur'ân buna meydan vermedi ve Ebû Leheb'i de diğer müşriklerin kategorisine dahil etti.
Üçüncüsü: Bu sûre Mekke'de nazil oldu. Ebû Leheb ise Bedir Muharebesinin hemen ardından öldü. Demek ki ortada gayba ait bir haber verme bahis mevzuuydu. Ebû Leheb ve karısı kâfir olarak gidecekti ve Kur'ân ne dediyse aynen tahakkuk etti. Nasıl Allah Resûlü, Bedir'de ölecek Kureyş'in ileri gelenlerinin yerlerini göstermiş ve her biri gösterdiği yerde öldürülmüştü ve böyle bir ihbar bu mü'minlerin kuvve-i mâneviyesini takviye etmişti. Ebû Leheb'in de o şekilde ölmesi inananların kuvve-i mâneviyelerini takviye ediyor, âdeta onları daha da uyarıyor ve "Dikkat edin!" diyordu. Zira Kur'ân'ın vaad ettiği her şey oluyordu. Ortada bir zafer vaadi vardı, demek ki o da olacaktı. Bir avuç Müslüman'a herkesin düşman kesildiği bir devrede, bu gibi takviyeler hiç de küçümsenecek şeyler değildi. Aksine doğurduğu müsbet netice itibarıyla bir bakıma şarttı ve zorunluydu.
Bazen küçük bir belâ ve musibetin insanda hâsıl ettiği uyarma ve kendine gelme, mânevî hayatı adına öyle şeyler kazandırır ki, perde açılsa, kazanılanlar görülüverse, herkes o belâ ve musibetin gelmesini can u gönülden talep edip isteyecektir. Sonradan kazanılanlar, o musibeti hiçe indirmektedir. İşte insanlık adına, zaten kaybetmeleri kesinlik kazanmış olan böyleleri hakkında söylenenler söylenmemiş dahi olsaydı neticeye zerre kadar tesir etmeyecekti. Olan olmuştu ve onların kötü akıbetleri mukadderdi. Vâkıa burada bir iki şahıs kötü akıbetleriyle zikrediliyor ve bu ilk bakışta insanlığın onurunu kırıcı bir üslûp gibi geliyor ise de, neticede milyonlarca insanın şahlanıp, kendi derinliklerini hissetmelerine veya en azından zikredilenlerin akıbetine düşmemek için daha dikkatli davranmalarına vesile olma keyfiyetiyle ele alınacak olursa, ilk hatıra gelen intibanın yerini başka hikmetler alacaktır. Ve Kur'ân'da Ebû Leheb ve emsalinden bahsedilmesinin ne kadar lüzumlu, psikolojik ve pedagojik açıdan inananlar adına ne kadar gerekli olduğu böylece idrak edilmiş olacaktır.
Dördüncüsü: Son olarak şunu da ilave etmeliyiz ki, bu psikolojik tesir inanan kesimde, dediğimiz şekilde bir uyanmaya sebep olduğu gibi, küfür cephesinde de tereddütler hâsıl etmeye başlamıştır. Mutlak küfürleri, şek ve şüpheye inkılâp etmekle, nurlu yola girmeleri kolaylaşmış ve önceleri sadece vicdanlarında hapsolan tasdikleri, ortaya çıkan tereddütlerin tazyikiyle akıl ve kalbe girme menfezleri bulmuş ve zaten bir müddet sonra neticeler görülmeye başlanmıştır. Ondan sonra niceleri küfür urbasını çıkararak iman hil'atini giydi ve irşadda bulunmak için döndü gittiler. Bu da iman ve insanlık adına az bir kazanç değildir.
İşte bazı insanların encamlarının zikredilmesiyle böyle büyük neticeler hâsıl etmek ancak ve ancak Kur'ân'a yakışan ve onun hikmet dolu beyanlarının tezahürü olan öyle mucizevî bir üslûptur ki şimdiye kadar böyle bir netice hâsıl etme başka hiçbir kelâma nasip olmamıştır. Bu, okyanuslara atılan küçük bir taşla binlerce dalgalar hâsıl etme gibi harikulâde renklilik ve derinlik örneğidir. Evet bu dalgalanmalar o günden bugüne binlerce, yüz binlerce hatta milyonlarca insanın gönlünde temevvüç edip durmaktadır. Evet Kur'ân, tergîp ve terhîbin iticiliği ve çekiciliği ile, bir adamın küfür içinde ölmesini haber verdiği aynı anda milyonların hidayetine vesile olma gibi üstün bir üslûpla nazil olmuştur. Bu da, Kur'ân'ın fesahat ve belâgat ifade eden beyanına gayet uygundur, muvafıktır. Maslahat ve hikmetin ta kendisidir.
Gayz: Öfke, hınç.
Ta'ziz etmek: Yüceltmek.
Sıyanet: Koruma, muhafaza etme.
Sâhir: Sihirbaz, büyücü.
Âlemşümul: Evrensel.
Hil'at: Padişah veya vezirlerin başarılı memurlara veya takdire hak kazanan kimselere giydirdikleri kıymetli, süslü elbise, kaftan.
Temevvüç: Dalgalanma.
Tergîb: Sevdirip teşvik etme.
Terhîb: Korkutup sakındırma.
Fesahat: Kelimenin kolay, akıcı ve mânâsı anlaşılır olup birbiriyle âhenkli harflerden oluşması.
Belâgat: Sözlü veya yazılı ifadenin doğru, düzgün, yerinde, kusursuz ve muhataba faydalı bir şekilde kullanılması.
[1] Tebbet (Mesed) sûresi, 111/1-5.
[2] Muhammed b. Yusuf es-Salihî, Sübülü'l-hüdâ ve'r-reşad, 4/67.
[3] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 4/48; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/160; İbn Hacer, el-İsâbe, 4/116.
[4] Tebbet (Mesed) sûresi, 111/1.
[5] Müddessir sûresi, 74/19.
[6] Müddessir sûresi, 74/19.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder