8 Kasım 2015 Pazar

Huzeyfetü’l-Adevî der ki: Harb-i Yermûk’ün,
Yaman kızıştığı bir gündü, pek sıcak bir gün.
İkindi üstü biraz gevşeyince sanki kıtâl,
Silâhı attım elimden, su yüklenip derhâl,
Mücâhidîn arasından açıldım imdâda,
Ağır yarayla uzaklarda kalmış efrâda.

Ne ma’rekeydi ki çepçevre göğsü kandı yerin!
Hudâ’yâ kalbini açmış yatan bu gövdelerin,
Şehîdi çoksa da gâzîsi hiç mi yok?.. Derken,
Derin bir inleme duydum… Fakat bu ses nerden?
Sırayla okşadığım sîneler bütün bî-rûh…
Meğerse amcamın oğluymuş inleyen mecrûh.
Dedim; “Biraz su getirdim, içer misin versem?”
Gözüyle “Ver!” demek isterken arkadan bir elem,
Enîne başladı. Baktım nigâh-ı merhameti,
“Götür!” deyip bana îmâda ses gelen ciheti.
Ne yapsam içmeyecek, boştu anladım ibrâm;
O yükselen sese koştum ki Âs’ın oğlu Hişâm.
Görünce gölgemi birden kesildi nevhaları;
Su istiyordu garîbin dönüp duran nazarı.
İçirmek üzre eğildim, üçüncü bir kısa “âh!”,
Hırıltılarla boşanmaz mı karşıdan nâgâh!
Hişâm’ı gör ki o hâlinde kaşlarıyla bana,
“Ben istemem hadi git ver,” diyordu, “haykırana.”

Epey zaman aradım âh eden o muhtazarı….
Yetiştim oh, kavuşmuştu Hakk’a son nazarı!
Hişâm’ı bâri bulaydım, dedim hemen döndüm,
Meğer şikârına benden çabuk yetişmiş ölüm!
Demek bir amcamın oğlunda vardı, varsa ümîd.
Koşup hizâsına geldim o kahraman da şehîd.

                       Mehmed Akif


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder